İnsan hayatının anlamını üretmeye, amacını ise çalışmaya indirgemek gibi bir niyetim yok. Fakat 21. yüzyılda kabul etmemiz gereken bir gerçek var: Bize doğru da gelse yanlış da gelse yaptıklarımız, kimliğimizi inşa ediyor. Hayat tarzımız, fikirlerimiz, düşüncelerimiz ve davranışlarımız bir bütün olarak var olma sürecimizin parçası. Öte yandan içinde bulunduğumuz çağda yaptıklarımız en çok işimizle, çalışmalarımızla ve ürettiklerimizle bağdaşık. Neredeyse her birey gününün en aktif kesimini çalışarak geçiriyor. Haliyle geriye kalan boş zamanımızda da işlerimize dair düşünceler aklımızı kurcalıyor; sosyal aktivitelerimizi çalışma arkadaşlarımızla sık sık da işlere dair konuşarak geçiriyoruz. Böyle bir düzende kaçınılmaz olarak işimizle kimliğimiz birbirine çokça bağlanıyor. Hal böyleyken mutlu bir hayatın birincil koşulu yaptığımız işi sevmek veya sevdiğimiz işi yapmak demekte sorun görmüyorum.
Orta Çağ Tatili
Sosyoloji kuramcılarının öncülerinden Max Weber, rasyonel temeller üzerine kurulan ve günümüz koşullarını da yansıtan toplumsal yapılanmanın üretim odaklı bu yönüyle adeta bir “demir kafes” olduğunu geçtiğimiz yüzyılda ortaya atmıştı. Mevcut finansal akış, gelişim, yatırımlar ve en temelde insan emeği bir yandan bizlere daha önce eşi benzeri görülmemiş yaşam standartları, sağlık hizmeti, teknoloji ve deneyimler sunuyor; bir yandan da hayatlarımızı bu gelişimi inşa etmeye harcayarak geçiriyoruz. Bir nevi paradoks: Konforlu bir hayat için çalış, çalışmak için ise her gün yeni yüklerin altına gir. İnsanlığın kendi kendini içine hapsettiği bir demir kafes. Üret, tüket, daha fazla tüketmek için daha fazla üret... Hayatın amacının verimlilik ve gelişim olarak varsayıldığı bir kısır döngü. Öte yandan, haklı olarak, çoğumuz yılda ortalama sadece 150 gün çalışan bir 14. yüzyıl çiftçisi olmak yerine günümüz imkanlarına sahip, yer yer fazla mesaiye kalan bir plaza çalışanı olmayı tercih edecektir. Öyleyse elveda altı aylık orta çağ tatili, bize hafta sonları ve yıllık iznimiz yetiyor.
Tüm bu kuramlara niye değindim peki? Ortada yatan somut bir gerçeğin altını çizmek istedim: Çalışmak kimsenin favori aktivitesi değil, işkolik olmak ise uzun vadede ciddi sağlık sorunlarına gebe; fakat hayatımızın merkezinde kaçınılmaz olarak çalışmak ve üretim var. Adaptasyon şart, onun yolu ise “akışı” yakalamaktan geçiyor.
Akış Nedir?
Öncü çalışmalarını ABD’de yürütmüş Macar asıllı psikolog, ordinaryüs profesör Mihaly Csikszentmihalyi, dünyaya “akış teorisini” armağan etmişti. Akış (flow), kişinin kendini sürdürdüğü aktivitenin içinde kaybettiği, adeta zaman algısının sınırlarını yıkan, eriştiği yüksek odaklı ve dingin zihin durumunu kast ediyor. Teorinin temel varsayımına göre hayatımızdaki en biricik anlar pasif kaldığımız rahatlama durumundan ziyade aklımızın sınırlarını zorladığımız, yaratıcılık ve yeteneklerimizi test ettiğimiz, bedenimizin ve zihnimizin aktif olduğu anlar. Bu bağlamda, akış durumuna erişen birey kendini tüm diğer dış faktörlerden soyutlandığı “alan” (the zone) içinde buluyor.
Kendisini optimal yaşam deneyimine ve mutluluğun kaynağını araştırmaya adayan Csikszentmihalyi, mutluluğun dışsal değil içsel olduğu sonucuna varmış. Buna göre bizlere anlık hazlar veren maddiyatın ve dışsal onaylamaların mutluluk üzerindeki etkisi tamamen anlık, uzun vadede ise neredeyse etkisiz. Öte yandan akış durumuna eriştiğimiz anlar bize huzurlu, içsel bir mutluluk sağlıyor. Konuya dair en tutarlı örneği müzisyenler, sporcular ve sanatçılar temsil ediyor. İcra edilen bir spor veya sanat dalı ciddi bir efor, yıllar süren adanmışlık, sıkı rutinler ve zaman zaman fedakarlıklar gerektiriyor. Fakat tüm bu efor ve fedakarlık bir kayıp olarak değil, seve seve yapılmış özgür bir tercih olarak karşımıza çıkıyor. Kişinin icra ettiği sanatta, ortaya çıkan sonuçtan ziyade bu icra süreci; yaptığı sporda kazandığı madalya değil o sporu yaptığı anlar mutluluğun kaynağını oluşturuyor. Çoğumuz profesyonel sporcuların ve sanatçıların yaşadığı sürece tutkuyla bağlı olduğunu kimi zaman medyadan kimi zaman da çevremizden duyuyoruz. Onların bir fragmanını da hobilerimizden tanıyoruz. Kendini tamamen içinde bulunduğu anda yaptığı işle kaybeden kişi, “alana” (the zone) girerek elde ettiği duygu durumuna bir nevi bağımlı olur. Hal böyleyken de mutluluk için farklı dışsal kaynaklar aramaz. Sergilenen aktivitenin verdiği zevk ve getirdiği tatminlik duygusu, içsel huzur için neredeyse tek başına yeterlidir.
İşe Varoluşçu Bir Tutumla Yaklaşmak
Özetle yaratıcılığımızı, mutluluğumuzu ve temelde benliğimizi besleyen akış durumu, sevdiğimiz işi yapmaktan geçiyor. Sevdiğimiz işi yapmak bizler için adeta sabah kalkacak bir sebep, yatmadan önce düşündüğümüzde yüzümüze tebessüm koyacak bir amaç. Fransızcada bu durumu karşılayan felsefi bir kalıp da mevcut: Raison d’etre, yani var olma/varlık sebebi. Sevdiğimiz “o şeyi” bulmak ise kimilerimiz için daha kolay, kimilerimiz de yıllarca deneme yanılma yoluyla onu arıyoruz. Onu bulmak başlı başına ayrı bir yazının konusu olurdu, fakat burada değinebileceğim ufak bir nokta da var: Varoluşçu felsefeden çıkarabileceğimiz dersler.
Varoluşçuluk bünyesinde farklı alt tipler ve yaklaşımlar bulundursa temelde sorgulamasının merkezine insanın anlam arayışını ve değer kavramını koyuyor. Buna göre insanın dünyadaki yeri, özgürlüğü ve bağlı olduğu düşünceler sarsılmaz bir öz yerine bireysel yaratılara, kişinin yaşamı boyunca yarattığı ve yer yer savrulan anlamlara dayanıyor. Varoluşçu psikolojinin sık sık referans noktası olarak kullandığı, Csikszentmihalyi’nin de çalışmalarından esinlendiği psikiyatrist Viktor Frankl çalışmalarını insanın anlam arayışına ve motivasyona yöneltmişti. Frankl’a göre insanın mutluluğu, kişinin anlam yüklediği bir amaca yönelik çalışmasına bağlı.
Csikszentmihalyi’nin akış kavramını, varoluşçu felsefeyi ve Frankl’ın varoluşçu psikolojisini harmanlayarak şu sonuca varabiliriz: Yalnızca çalışma anlamının ötesinde ve kapsayıcı olarak insanın merkeze aldığı meşguliyet bağlamında iş, hayatta yarattığımız değerlerle; yüklediğimiz anlamlarla ve kendimizi tanıma yönündeki içsel yolculuğumuzda eriştiğimiz ruhumuzun köşelerinde yatan ilgilerle uyumlu olursa huzuru ve başarıyı yakalamamız önünde bir engel kalmıyor.
İşin Anlamı veya Unvanların Yitimi
Sosyal rollere, bu rollere dayanan toplumsal organizasyona ve belli başlı güç ilişkilerine dayanan toplumsal hiyerarşinin gerçekliğini yok saymadan unvanların anlamsız olduğunu iddia edemeyiz. Öte yandan yaşamın merkezine benliğini gerçekleştirmeyi, mutluluğu ve bir anlam yakalamayı koyarsak bu hiyerarşinin ve getirdiği unvanların hayatımızdaki etkisini azaltabilir ve unvanlarla bağdaştırdığımız anlamlardan sıyrılabiliriz.
Öyleyse sunduğum mantığı gündelik yaşamdaki çalışma koşullarına ve iş dünyasına uygulayalım. Bahsettiğim gibi, sosyal rollere bağlı getiriler ve götürülerin etkisini yadsıyamayız. Size bu bağlamda iki farklı senaryo sunmak ve kendinizi bu iki farklı senaryoda hayal etmenizi istiyorum.
İlk senaryomuzda unvanları, başlıkları ve statüyü ön plana çıkararak adım attığımız bir iş dünyası hayal edelim: Çabaların sonuç verdi ve güzel bir başarıya imza atarak ismiyle birçok akranının hayallerini süsleyen bir şirkette güzel bir pozisyona yerleştin. Ne mutlu sana. Yolun başında daha farklı planların vardı elbet, aklının ucuna takılıp kalan başka bir şirket gibi. Aslında tam olarak istediğin pozisyondu, şirket kültürü ve değerleriyle de çok uyumluydun. Fakat yerleştiğin şirketin ismi çok daha duyulmuş. Kazanacağın unvan, belki özgeçmişinde yaratacağı hava ve bu fırsatı bulmuşken kaçırmamak olmaz gibi düşüncelerle seçimini yaptın. Öte yandan, her ne kadar yeteneklerinle uyumlu olsa da yapacağın iş hayallerindeki gibi değil. Sen kreatif olacaktın belki, bu pozisyon ise verilerle iç içe. Başladın. İlk gün çok güzel, sıcak bir karşılamayla kabul edildin. Heyecanlısın. Şirket kültürünün temelleri ve işin püf noktalarını hızlıca kaptın ilk haftada. Günler, haftalar, aylar derken ilk çeyreği tamamladın. Çalıştığın şirketi öğrenen herkes sana bir farklı bakıyor, pozisyonunu duyan eski dostlarından gelen tebrik mesajları beklenmedik anlarda gününü güzelleştiriyor. Fakat derinlerde bir eksiklik olduğunu hissetmeye başladın. Biliyorsun, hayalin bu değildi. İşinde şimdilik başarılısın, ama her gün baktığın ekran sana hayalinin bu olmadığını hatırlatıyor. Günler, haftalar, aylar derken öyle ya da böyle ne kadar yıprandığını gitgide hissetmen kaçınılmaz olacak, zira yaptığın şey senin için bir maaş kaynağından öte değil. Hayatını böyle geçirmek istemediğinden emin olmaya başladın. Statü güzel, edindiğin saygınlıktan şikayetçi değilsin, ama geçirdiğin günleri sevemediğinin de farkındasın. Hangisi daha önemli? Her sabah kalktığında sıkılarak hazırlanıp gittiğin ofisten sonunda bitti diye düşünerek çıktığın bir döngünün içindesin. Bu sana zamanla mutluluk getirecek mi diye düşünmeden edemiyorsun. Peki ya başarı? Bulunduğun pozisyon bile birçokları gözünde devasa bir başarıyken sen neden kendini tatmin olmuş hissetmiyorsun? Daha fazlasını başaracak enerjin, içinde bir parıltı vardı. Ne oldu onlara? Ne ara her pazartesi, cuma akşamını düşler oldun?
Bu senaryoyu yaşayan birçok çalışan olduğunu biliyorum. Hayallerini değil unvanları, içinden gelen yolu değil çizilen yolları takip ederek başarıya ulaşmayı düşleyen birçokları yolda kalmıştır. Şaşılacak bir durum da değil, zira hepimiz sevmediğimiz yemeği her gün yersek mutsuz olacağımızı tahmin edebiliriz. Peki ya söz konusu iş olduğunda, neden en optimal opsiyon olmamasına rağmen sevdiğimiz yemeği tercih etmek gibi davranmaktan kaçınıyoruz? Her gün zorlanarak yediğimiz yemeğin bir noktada bizi mutlu edeceğine inanır gibi hareket ediyoruz? Haydi öyleyse biraz da güzel düşlere dalalım.
İçinden geldiğine inandığın işi, güzel bir unvanı kaçırmak pahasına tercih ettin. Cesaretini tebrik ederim. Elbette aklın başlarda biraz kurcalanıyor. Güzel bir statüyü elden kaçırmakla hata mı ettiğini sorguladığın anlarla gidiyorsun ilk gün ofise. Sıcak bir karşılama, alışma süreci ve falanlar filanlar. Zaman geçtikçe yıprandığını hissetmiyorsun. Aksine, her sabah içinde bir şeyler üretme, dünden kalanı ilerletme, yeni fikirleri masaya yatırma arzusu hissediyorsun. Elbette, insan olmanın hali, zor uyandığın sabahlar ve bugün içimden çok çalışmak gelmiyor dediğin günler oluyor. Fakat genel tablo mutluluk verici. Çalıştığın ortama yaydığın bir pozitiflik, yaptığın işten aldığın bir tatmin, hepsinin başında da geçirdiğin günlere yüklediğin bir anlam var. İnsanlara işinden bahsettiğinde kimsenin gözü parlamıyor belki, zira çalıştığın yer veya yaptığın iş bir dev değil. Öte yandan sen işinden bahsederken yaydığın heyecan, başardıklarını anlatırken bulaştırdığın pozitiflik insanların aklında iz bırakıyor. Kendini akışın kollarına teslim edip mola verene kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamadığın günlerin sıklığı umut verici. Unvanı, çevreden yüklenen anlamları ve kısa vadede kazanacağın statüyü seçmek yerine uzun vadeli bir karar verdin aslında. Yıllar geçtikçe sıkıcı bir iş hayatında çürüme hissiyle boğulmadan çok daha başarılı olabildiğini fark ediyorsun. Günlerinin çoğunu harcadığın iş sana bir yük değil, motive edici bir faktör. Her işin zorluğu var elbet, fakat anlamlı tatminin getirdiği huzurun tadını çıkarabilecek bir noktada olduğunu biliyorsun. Sıkılmak kaçınılmaz bir his, insan olmanın parçalarından. Sen hayatının merkezine koyduğun iş sayesinde sıkıntıdan kaçabiliyorsan eğer, ayrıcalıklı bir konumdasın. Bu eşsizliğin tadını çıkar.
Şirket de Seninle Kazanacak
İşini seven veya sevdiği işi yapan bir çalışan, şirkete de daha fazla değer katar. Yüksek motivasyon daha yüksek iş verimliliğiyle direkt olarak ilişkili. Sevdiği işte çalışan birinin “burnout” ve depresyon riskinin de daha az olduğunu düşünürsek çalışanların ruhsal sağlığının daha uzun vadeli, daha iyi ve üretim kapasitelerinin de doğal olarak daha yüksek olduğunu tahmin edersiniz. Sevdiği işte çalışan kişinin o işi bırakma ihtimali de pekala düşecektir. Bu sayede de şirket daha uzun vadeli, kendi şirket kültürünü özümsemiş ve güvenilir bir çalışan elde eder. İşini severek yapan bir çalışan aynı zamanda takım çalışmasına da daha yatkın olur. Amaca bağlılık hissiyle hareket eden ve yaptığına önem veren çalışan, mükemmeli yakalamak adına ekip arkadaşlarıyla ciddi beyin fırtınalarına girmekten haz duyacaktır.
Tutkulara Hizmet Eden Akıl
Günümüz felsefesinin, özellikle de bilim felsefesi alanındaki gelişmelerin yolunu açan 18. yüzyıl düşünürü David Hume “akıl, tutkuların kölesidir” der. İnsan, diğer canlılardan en fazla barındırdığı rasyonel kapasiteyle ayrışsa da tutkularını kovalayan bir varlık. Aklımızı kullanma biçimimiz, öyle ya da böyle arzularımızı gerçekleştirme, yönetme, düzenleme ve gerekçelendirme üzerine kurulu bir nevi. Gündelik hayatımızda dahi bunun örneklerini sık sık yaşarız. Baktığımızda çok da mantıklı olmayacak şeyleri aklımızı kullanarak bir mantığa oturtmuş, sonra da onun peşinden koşmuşuzdur belli başlı noktalarda. Elbette bir işi aklımız sayesinde tamamlarız fakat insan aklının dahi bugünlere gelmesi geçmişteki insanın tutkularına, onu bilinmeyeni takip etmeye iten duyguya dayanıyor. Öyleyse devam et ve tutkularını dinle, aklın seni yarı yolda bırakmayacak! Sevdiğin işi yapmak için gereken cesareti göster, zira mutsuz geçen günlerin sonu başarıya ulaşmayacaktır.
Mutluluk Üçgeni: Anlam, Akış ve Motivasyon
Harvard Business Review